in

Rogue One: Bir Star Wars Hikayesi İncelemesi

*Dikkat! Spoiler İçerir!*

That’s not how the force works !

Gelelim Rogue One filminde “keşke biraz daha farklı işlenseydi” dediğim, bir şahaser olmasını engelleyen ufak handikaplarına…

Öncelikle Prequel Triology’den beri Force felsefesinin işleniş tarzından hoşlanmadığımı belirtmeliyim. Force‘a hakimiyetin, Midi-chlorians’lar ile açıklanabilecek elle tutulur, ölçülebilir fiziksel bir değer olmaması gerektiğini düşünen, Force’un orijinal üçlemedeki gibi gibi biraz daha mistisizm sınırları içersinde kalması gerektiğini düşünen Star Wars hayranlarından biriyim.

Rogue One’da eski üçlemeyle kurduğu organik bağ ile Force’u bu bahsettiğim mistisizm içinde açıklamayı tercih etmiş fakat bu sefer de kantarın topuzunu kaçırarak Force’u tabiri caizse, bir “çaput bağlanan dilek ağacı” gibi resmetmiş. Chirrut’un “I am one with the Force, The Force is with me” mantrasını ilk duyduğumda gözlerim parladı. Fakat daha sonrasında bunun devamlı tekrarlanması hatta tehlikeden korunmak için devamlı kullanılması beni biraz rahatsız etti. Chirrut’un dua ederek blaster atışlarının arasına dalması, Jyn’in, Scarif gümrük kontrolünde boynundaki Kyber kristalini ovuşturması gibi sahnelerde “That’s not how the force works!” diye haykırdım içimden. Ha tabiki yıllar sonra çıkan bir yeni EU kitabında ya da çizgi romanında Chirrut’un gizli bir force wielder (atanamamış Jedi 🙂 ), Jyn’in de annesinin bir Jedi olduğu ortaya çıkması durumunda bu söylediklerimi de seve seve geri yutarım. (Alternatif senaryolardan birinde bu ihtimal de çalışılmış bu arada.)

Biraz canımı sıkan ikinci husus; filmin izleyicisine görsel şölen sunabilmek adına bazı Star Wars evren kurallarını/prensiplerini çiğnemesi. Bir Y-wing filosunun tekbaşına bir Star Destoyer’ı delik deşik etmesi, aynı Star Destroyer’ın tüm manevra kabiliyetini kaybedip bir Hammerhead Corvette ile diğerinin üstüne bindirilmesi, İmparatorluk’un en önemli araştırma tesisine (Eadu) 2 Rebel filosunun elini kolunu sallaya sallaya girebilmesi, Darth Vader’ın tek başına gemi çıkartması yapması… gibi gibi. Ama işte bu sahneler o kadar güzel, o kadar şiir gibi ki, izlerken bu kural çiğnelemerini asla umursamıyorsunuz. Yanlış anlaşılma olmasın, bu saydığım sahnelerin hepsi filmdeki favori sahnelerimdi.

Make Ten Men Feel Like A Hundred

Bodhi’in Yavin-4’dan ayrılırken callsign olarak Rogue One’ı verdiği andan itibaren film o inanılmaz son perdesine giriyor. O andan itibaren filmin temposu, gerilimi bir kere bile düşmüyor. Filmin Scarif sekansı 3 farklı alanda mükemmel bir uyumla, paralel bir şekilde ilerliyor.

Imperial Data Vault’a sızma görevinde, filmin sonunu bilmemize rağmen “Acaba başarısız mı olacaklar” korkusunu Gareth Williams mükemmel şekilde sokuyor kafamıza. Tüm filme hakim olan o kötümser gerilimli hava, filmin kapanış sahnesine kadar peşimizi bırakmıyor.

Scarif Kara & Uzay Muhaberelerinde, sadece Star Wars sinema evreninin değil belki de tüm bilimkurgu/space operası sinema tarihinin çekilmiş en güzel savaş sahnelerinden birine şahitlik ettiğimizi düşünüyorum. Pratik efekt kullanımı ile CGI mükemmel bir harmanlaması ile hazırlanmış, çok güzel kompozisyonlar izledik. Scarif gümrük noktasının hangarının kapakları açılıp yüzlerce TIE fighter, kovanını terkeden arılar gibi, vızıldıyarak çıkmaya başladığında yarım dakikaya yakın bir süredir nefes almadığımı farkettim. Gerek fighter sınıfı gemilerin birebir dalaşları gerek flag ship gemilerinin birbirebir kapışmaları neden Star Wars evrenine aşık olduğumun cevabıydı.

Gezegen açıklarında bunlar yaşanırken, kara savaşındaki Vietnam-vari ortam beni koltuğa çiviledi. “Make ten men feel like a hundred” diye buyurmuştu Cassian, Scarif’e inmeden önce, adamları da aynen bunu yaşattı İmparatorluk güçlerine. Yarattıkları sürpriz etkisini, yaydıkları dehşet duygusunu çok güzel izledik paniğe kapılmış Krennic’in gözlerinden… Bundan sonraki projelerin tüm yönetmenlerine yalvarıyorum: İşte böyle savaş sahneleri çekin!

Yukarıda da bahsettiğim gibi Rogue One’ın en büyük başarısı sonunda ne olacağını bilmemize rağmen izleyiciye devamlı “Len yoksa?” dedirtmesiydi. Epik finale yaklaşırken, Death Star’ın planları Rebel tarafın eline geçmiş, hepimiz hakemin gözlerine bakıp “Hocam artık bitir ya” diye yalvarmak üzereyken karanlıkların içinde beliren kırmızı lightsaber ile sağımdaki solumdaki arkadaşlarımın kollarını morarttım sanırım vura vura. İşte o an çığlık çığlığa koşanlar sadece Direnişçiler değil 90’larda ilk defa Darth Vader’ı gördüğünde uykuları kaçan çocuk hallerimizdi.

Bu filmle hem geçmişi güzel hatırlayıp, duygulandım hem de bundan sonrasında bu evrenin geleceğini güvenli ellere bıraktığımızı görerek salondan sırıtarak çıktım. Bu filmi eğer sadece bir kere izlediyseniz lütfen şimdi ikinci sefer için biletinizi alın. Uzun yıllar nasıl beklediysek nasıl sabrettiysek, şimdi bunların meyvesini toplama zamanı.

Yazımı iki rica ile noktalıyorum;

Sevgili padawanlar/Jedi ülküdaşlarım/Sith kardeşlerim, kendinizi bu epik filme kaptırıp lütfen Episode VII’e geçirmeyin artık 🙂 . IMDB, Rotten Tomatoes, Youtube,vb… hangi Star Wars hayranının yorumunu okusam gidip JJ Abrahams’ın çocuğunu kaçırasım geliyor. Filmden çıktığımda ilk iş olarak Episde VII’ı izlememin nedeni de, “Force Awakens o kadar kötümüydü ya?” diye kendimden şüpheye düşmemdi. Evet, bu iki film tarz ve hissettirdikleri bakımından birbirinin neredeyse tam tersiydi ama bence YinYang gibi birbirlerini tamamladılar ve Star Wars bayrak yarışını çok güzel bir noktada bıraktılar.

Eyyyyy Disney, bize çok umut verdiniz biz de size güvenimizi veriyoruz. Lütfen bunu boşa çıkarmayın. Tamam Episode VII’da güldük eğlendik, 10 yaşındaki kuzenlerimize Star Wars evrenini tanıttık, çocuklara zorla Clone Wars, Rebels izlettik… Ama artık force choke ile havaya kaldırılan garibanların böğrüne lightsaber atılan, son dakikaya kadar “mutsuz son mu geliyor bu sefer?” dedirten daha gri filmlere hazırız. Gönderin gelsin.

May The Force Be With You !

George Michael Evinde Ölü Bulundu

Good Omens mini diziye dönüştürülüyor!